23 Ocak 2010 Cumartesi

Çakallar ve Araplar


Çakallar ve Araplar


Vahada konakladık. Yol arkadaşlarım uyuyordu. Arabın biri, uzun boylu ve beyaz, önümden geçti; develere yemlerini sularını vermiş, yatmaya gidiyordu. Sırt üstü otlar içerisine attım kendimi; uyumak istedim, uyuyamadım; uzaktan uzağa bir çakal uluması; doğrulup oturdum. Pek uzak görünen şey birden yaklaştı. Çevremde kaynaşıp duran bir çakal sürüsü; mat altın sarısı parlayıp sönen gözler; sanki bir kamçı altındaymış gibi düzenli ve çevik hareket eden ince uzun gövdeler. Biri arkamdan geldi, koltuğumun altından geçerek iyice sokuldu bana; sanki sıcaklığımı gereksinir gibiydi; sonra karşıma geçerek, nerdeyse benimle göz göze şöyle konuştu: «Ben bütün bu çevredeki çakalların en yaşlısıyım. Seni nihayet bizim burada selamlamaktan mutluluk duyuyorum. Nerdeyse umudumu kesmiştim, çünkü ta ne zamandır seni bekliyoruz; annem bekledi, onun annesi bekledi ve geriye doğru bütün anneler, ta çakalların ilk anasına kadar hep bekledi. İnanın bana!» «Şaşırdım doğrusu», dedim. Dumanıyla çakalları geride tutmak için yakılmak üzere hazır bekleyen çalı çırpı yığınını ateşlemeyi unutmuştum. «Bu sözleri işitmek çok şaşırttı beni. Oysa ta yukarlardan, kuzeyden buraya gelişim ancak bir rastlantı eseridir; kısa bir geziye çıkmış bulunuyorum. Peki şimdi benden ne istediğinizi öğrenebilir miyim, ey çakallar?» Benim galiba pek candan söylediğim bu sözler üzerine cesaretlenmiş, çevremdeki halkalarını daralttılar, hepsi de kısa kısa ve güçlükle soluyordu. «Biliyoruz senin kuzeyden geldiğini», diye söze başladı en yaşlıları, «Bizi umutlandıran da bu değil mi? Çünkü aklın sözü geçer kuzeyde; oysa bu, bizim burada, Araplar arasında rastlayamadığımız bir şey, Araplardaki o soğuk azametten bir zerre akıl bile beklenemez. Yemek için hayvanları öldürür, ama leşleri küçümserler. » «O kadar hızlı konuşma, yakınımızda Araplar uyuyor», dedim. «Buranın gerçekten yabancısı olduğunuz nasıl da belli», dedi çakal, «Yoksa dünya tarihinde şimdiye kadar asla bir çakalın bir Araptan korkmadığını bilirdin. Onlardan korkacağız ha? Böyle bir milletin içine düşmemiz sanki yeteri kadar bir talihsizlik değilmiş gibi.» «Olabilir, olabilir» dedim. «Benim bu kadar uzağımda bulunan konularda bir yargı vermeye kalkışmak istemem; pek eski bir kavgaya benziyor sizinkisi; dolayısıyla sanırım kandan geliyor, bu yüzden belki yine kanla sonlanacak.» «Pek zekisin», dedi en yaşlı çakal. Bunun üzerine oradaki bütün çakallar daha çabuk solumaya başladı; oldukları yerde kımıldamadan durmalarına rağmen, dilleri bir karış çıkmıştı; ancak arada bir, dişlerini birbirine bastırdıkları vakit katlanır gibi olan fena bir koku açık ağızlarından sel gibi dışarı fışkırıyordu. «Pek zekisin; söylediğin şey, bizim eski öğretilere de uygun düşüyor. Diyeceğim, onların kanını alırız, kavga da böylelikle biter.»


«İyi ama», dedim ben, arzu ettiğimden daha da taşkın bir tonla, «onlar kendilerini savunur, tüfekleriyle üzerinize ateş edip sürü sürü sizi öldürürler.» «Anlaşılıyor ki, kuzeyde de egemenliğini sürdüren insan ırkına özgü bir davranışla bizi yanlış anlıyorsun» dedi yaşlı çakal, «Biz onları öldürecek değiliz ki. Kendimizi pislikten yuyup arıtmak için Nil'in suyu bile yetmez sonra. Çünkü daha onların canlı vücutlarını görür görmez soluğu kaçmakta alıyor, temiz bir hava arıyor kendimize, koşup çöle sığınıyoruz. Zaten bu yüzden değil mi, çölü yurt edindik.» Daha başka birçoklarının da gelip katıldığı çevremdeki çakalların tümü ön bacakları arasına sarkıtıp kıstırdıkları başlarını pençeleriyle temizlemeye koyuldu; bir nefreti gizlemek ister gibiydiler adeta; o kadar müthiş bir nefret ki, şöyle yüksek bir atlayışla aralarından kaçıp gitsem hani sevinecektim. «Peki ne yapmak niyetindesiniz?» diye sordum, doğrulup kalkacak oldum sonra, ama kalkamadım: iki genç çakal arkadan dişlerini ceketime ve gömleğime sımsıkı geçirmişti; ister istemez oturmama devam ettim. Bir açıklamada bulunarak, ağırbaşlı: «Senin giysinin eteğini tutuyorlar Sahip!» dedi en yaşlı çakal, «Sana karşı bir saygı gösterisi.» Ben bir yaşlı çakala, bir genç çakallara bakarak: «Bıraksınlar eteğimi !» diye haykırdım. «Sen istersen bırakırlar tabii», dedi yaşlı çakal, «Ama yine biraz sürer; çünkü âdete uyarak dişlerini iyice gömüp birbirine bastırdılar ve şimdi onları ancak yavaş yavaş birbirinden çözüp ayırabilirler. Ama sen bu arada bizim ricamıza kulak verebilirsin.» «Davranışınız, beni tam da ricanızı kabul edecek duruma soktu hani» dedim. «Beceriksizliğimizi hoş gör!» diye cevapladı yaşlı çakal ve bunu söylerken sesindeki o tabii yakınıcı tonu ilk kez yardıma çağırdı: «Biçare hayvanlarız bizler; dişlerimizden başka bir şeyimiz yok; iyi olsun, kötü olsun, yapacağımız her işte yararlanacağımız şey yalnız dişlerimizdir.» Pek de fazla yatışmamış: «Ne istiyorsun peki benden?» diye sordum. «Sahip!» diye sesini yükseltti yaşlı çakal ve o anda bütün öbür çakallar ulumaya başladı; bana pek çok uzaklarda söylenen bir ezgi gibi geldi uluma. «Sahip! Sen dünyayı birbirine düşüren kavgaya son verebilirsin. Yaşlılarımız bize bunu yapacak kimseyi tarif etmişlerdi, sen tıpkı bu kimseye benziyorsun. Araplardan istediğimiz huzurdur; şöyle soluyabileceğimiz gibi bir havadır; onların manzarasıyla karşılaşmaksızın çevremizdeki ufka rahatça bakabilmek, bir Arap tarafından boğazlanacak hiçbir koyunun çığlığını işitmemektir; bütün hayvanlar kendi eceliyle güzel güzel ölebilmeli, kimse bizi rahatsız etmeksizin kanı tarafımızdan içilebilmeli ve eti kemiklerine varıncaya dek tarafımızdan yenilebilmelidir. Temizlik, bütün istediğimiz temizliktir.» Sözün burasında bütün çakallar ağlaşıp sızlanmaya başladı. “Ey asil yürekli, ey asil iç organları olan sahip! Bu duruma sen nasıl katlanabiliyorsun? Beyazları pislik bunların, karaları pislik; saç sakalları dehşet saçıyor; göz pınarları görülünce, kusmadan durulamıyor; kollarını kaldıracak olsalar, koltuk altlarında sanki bir cehennem kapılarını açıyor sanırsın. Madem böyle ey Sahip, madem böyle, ey aziz Sahip; her şeye gücü yeten ellerinin yardımıyla, her şeye gücü yeten ellerinin yardımıyla şu makası al, gırtlaklarını kes şunların!» Başmı birden hareket ettirince, bir çakal koşup geldi, azı dişlerinin birinde eskimiş ve üzeri pas tutmuş ufak bir dikiş makası taşıyordu. Rüzgâra karşı savaşarak yanımıza kadar sokulan ve koca kamçısını havada sallamaya başlayan kervanımızın Arap kılavuzu: «Makas çıksın ortaya da, bitsin şu iş!» diye bağırdı.


Bütün çakallar bir solukta dağıldı; ama az ötede yine toplandılar, iyice birbirlerine sokulup yere çöktüler; sıkışık ve kaskatı bir sürü hayvan; çevresinde yalancı ışıkların uçuştuğu alçak bir tepeye benziyordu. «Ey Sahip, bu oyunu da görüp işittin işte!» dedi Arap ve kendi kavmine özgü çekingenliğin elverdiği ölçüde şen bir kahkaha attı. «Demek sen hayvanların ne istediğini biliyorsun?» diye sordum. «Elbet Sahip!» diye cevapladı Arap, «Bunu bilmeyen yok ki! Yeryüzünde Araplar varoldu varolalı bu makas çölde dolaşır ve dünya varoldukça da dolaşıp duracak. Her Avrupalıya söz konusu iş için sunulur bu makas; karşılarına çıkan her Avrupalı da onlara bu iş için biçilmiş kaftan görünür. Saçma bir umuttur yaşar gider işte bu hayvanlarda; budala, ama gerçekten budala yaratıklardır hepsi. Bu yüzden kendilerini severiz, bizim köpeklerimizdir onlar, sizinkilerden de güzel köpekler. Bak şuraya, Sahip! Gece bir deve öldü, buraya getirttim.» Dört adam deve ölüsünü taşıyıp önümüze yıktı. Hayvanın leşi daha yere düşer düşmez, çakallar seslerini yükseltti. Sanki karşı duramadıkları ipler tarafından çekilir gibi, arada bir duraklayıp gövdeleriyle yeri süpürerek yaklaştılar. Arapları unutmuş, onlara karşı nefretlerini unutmuşlardı; buram buram tüten leşin varlığı akıllarından her şeyi silip götürmüş, onları büyülemişti. Çoktan biri leşin boynuna asılmış, daha ilk hamlede atar damarı bulup dişlerini geçirmişti. Bütün umutsuzluğuna rağmen alabildiğine bir diretişle pek güçlü bir yangını söndürmek isteyen ve çılgınca çalışan küçük bir pompa gibi, gövdesindeki kasların her biri bulunduğu yerde sarsılıp; anî kasılmalarla kasılıyordu. Ve çok geçmeden bütün çakallar leş üzerinde yüksek bir tepe oluşturarak aynı işi görmeye başladı. Derken kılavuz, o acıtıcı kamçısıyla çakallar üzerine yürüyüp sağa sola sert darbeler indirmeye koyuldu. Çakallar başlarını kaldırdılar; yarı esrik, yarı baygın, karşılarında Arapların dikildiğini gördüler. Çok geçmeden de kamçı darbelerini ağızlarında hissettiler, sıçrayarak kendilerini geriye attılar, bir boy geriye doğru kaçtılar. Ama devenin kanı yerde göller yapmıştı, buğular saçıyordu havaya; vücudunun birçok yerleri enikonu açılmış duruyordu. Ancak çakallar dayanamadı, yine dönüp geldi; yine kılavuz elindeki kamçıyı kaldırmak isteyince koluna yapıştım. «Haklısın Sahip!» dedi, «Bırakalım, meslekleri olan işi görsünler. Hem yola çıkma zamanı geldi. Gördün işte. Harikulâde hayvanlar, değil mi? Bizden de ne kadar nefret ediyorlar.»





Franz Kafka


(çev. Kamuran Şipal)