18 Ekim 2015 Pazar

Amasyalı Uzman Çavuşun Semiz Eşkıyaya Şöyle Bir Baktığıdır



Doğrudur felek bugün bizi rüsvay eyledi
Amma hey! Sen sen ol tenhada elime geçme
Anam Daniela ismiyle müsemma değil
Yan der bana, yan ama besmelesiz su içme
Bilmem Şili’de devrim - - generaller gecesi
Uğul uğul konuşan yavşaklardan haz etmem
Sigortalı bir iştir başladım hem vatandır
Zurnanın son deliği varsın olsun ar etmem
Otuz yıl kurşun aktı tek şair ses etmedi
Müstesna götlerinde alelusul rahatlık
Baktım tarih herkesi haklamış bana gelmiş
Bendim ve arkadaşlar - - yıllar boyu kan aktık
Bendim ve arkadaşlar. Varsıl değil, bey değil
Bık bık etti Ankara - - generaller gecesi
Baktık ki omzumuzda kıldan keskin bir urgan
Türkiye ağır yüktür bilmeyen ne bilesi
Balkona bayrak astım sonra öptüm ve sustum
Benim balkon Tuna’ydı, Bağdat’tı hem Mohaç’tı.
Amasyalı hey dedim sana kaldı fütühat
Hoşgeldine geldiler çoğunun karnı açtı
Türkiye ağır yüktür kemiği çatırdatır
Kırılan kirişleri Dağlıca’da biz tuttuk
Aktütün’de, Eruh’ta, varsıl değil bey değil
İnledik derin derin İstanbul’u uyuttuk
Ahdettik de bir zaman geldikti, Kara Oğuz
Bin yıl oldu muttasıl toprak doydu kan ve ter
Bir yerden başlamaksa, bakışın Amasyalı
Ve bayrağı astığın o küçük balkon yeter!
Doğrudur felek bugün bizi rüsvay eyledi
Varsıl değil, bey değil; çavuş, sadece çavuş
Bir baktı, yalnız bir an - - kemiği çatırdatır
Kartalların ürktüğü o mübarek küçük kuş!

Süleyman Çobanoğlu

5 Haziran 2012 Salı

Sürgün Aileler ve Dedem


"Dedemin, birlikte bulunduğumuz son beş yıl içinde, evde on defa akşam yemeği yediğini bilmiyorum. Akşam yemeği için koskoca bir tencereye et suyuna tirit yaptırırdı. Koca tencereye ağzına kadar ekmek doğranırdı. Çoğu zaman bu tencereyi, onun camiine ben götürürdüm.

Akşam yemeğini caminin medreselerinde oturan muhacirlerle birlikte yerdi. Bunlar Şark isyanı sebebiyle Van civarından buraya sürülmüş Kürtlerdi. İçlerinde daha önce Şam tarafından sürülmüş Seyyid aileleri de vardı.

Hükümet bunları sürmüş, getirmiş, buraya atmıştı. Onlara sahip çıkmak Müslüman halka düşmüştü. Dedemin mütevellisi olduğu Cevizaltı Medresesi'nde, terk edilmiş yirmi iki oda vardı. Dedem bu göçmenleri oralara yerleştirdi. Ayrıca caminin bulunduğu Dolav mahallesinde, yeri müsaid olanların evlerine de birer aile verdi. Birkaç da boş ev buldu. Sürgünlerin arasında varlıklı, görgülü aileler vardı. Burada mahrumiyet ve sıkıntı içinde idiler.

Dedem, erkeklerini akşam namazından sonra camide alıkoyar, onlarla sohbet eder, kitap okurdu. Bu arada yemeği yerler, yatsıdan sonra yerlerine giderlerdi.

Bu insanların kazançları ve varlıkları az, yiyecekleri kıt olduğu için, mevcut erzakları kadın ve çocuklara kalsın diye dedem erkekleri camide ağırlardı.

Dedem ve diğer Müslümanlar, sürgün edilen ve çoğu mazlum olan bu insanlara sahip çıktılar. Müslümanlar arasında dinsiz bazı idareciler yüzünden uyanması muhakkak olan kin ve fitne hislerinin dalbudak salmasını önlediler. Zulme uğrayanlar, bu kötülüğün sadece belli bir zümrenin eseri olduğunu, diğer Müslüman kardeşlerinin bu suça katılmadığını, aksine kendilerine el uzatıp gönüllerini açtıklarını görerek teselli buldular."

(Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-1, 125-126)

10 Mayıs 2012 Perşembe

Seyfi Teoman için

ilk tatil kitabıyla tanıdık. zeynep aradı, filme gitmiyormuş. biletleri aldım. muzo da vardı. onun uykusu geldi arada, çıktı. ben sonuna kadar izledim. piyangodan çıktı, ama iyi çıktı film. 2008 festivaliydi. şimdi düşünüyorum, ne çok zaman geçmiş.

hepimizin derdini anlatmıştı işte. erkeklerin daha doğrusu. çoğu filmde, romanda anlatılmayan, ifade edilmesi kolay olmayan, erkeklere özgü o mesele. onlu yaşlarının bir yerinde görünmez bir duvara çarparsın. babalar bilir o duvarı en fazla, bilse de ses etmezler. etseler de bir işe yaramaz. o duvara çarpacaksın. biri çarp(ıl)mış, biri eşiğinde, biri de öncesinde habersiz üç erkeğin hikayesi. az önce cenaze videosunda taner birsel'i dinledim, ağlamaktan zor konuşuyordu. hikayesini anlatan adamı kaybetmiş. filmdeki sakız satma hikayesi barış bıçakçı'nın veciz sözlerindendi. ben farketmemişim o sıra, çok sonra kendisi söyledi.

bizim büyük çaresizliğimiz barış bıçakçı evrenine adımımız olmuştu. seyfi teoman'dan filmin geldiğini duyduğumda bir süre yere paralel gittikten sonrayı çekse dediğimi hatırlıyorum. sonra ilginç biçimde onun da aynı şeyi söylediğini. kitabı bizim büyük çaresizliğimiz işine giriştikten sonra okumuş meğer. festival galasında -baki sağolsun- loca biletimiz oldu. muzo'yla izledik yine. soru-cevap kısmında söz aldık, roman gibi olmamış dedik. önlerden bir sinemacı amca kızdı, şart değil dedi. haklıydı, ama biz de haklıydık.

sonra bir defa daha, sözlük zirvesinde. filmi izlemek için toplandık. namaz için 10 dk erken çıkarken kapının yanındaki koltukta onunla gözgöze geldik. dedim "ben izledim aslında, beğenmemiş gibi olmasın, ondan değil aman :)". kasıntı bir adam değildi, birkaç film sonra olur muydu bilmiyorum. derine inmenin bedeli var, olmasa da yaklaşırdı. çünkü çıktığı yol onu oraya götürecekti, eğlencelik işler yapamazdı. bu ülkede derine inmek için etrafınıza duvar örersiniz, ördürürler. yalnızlığa gömerler sizi, çünkü birkaç adım sonra kimin ne olduğunu göremez olursunuz. herkes aynı gelmeye başlar. kendiniz kalabilmek için yalnızlık yegane seçeneğiniz haline gelir.

ilker aksum'la ne kadar tezattı o akşam. kamera arkasını izlerken halı sahada koşan barış bıçakçı'yı gördük -ilk defa görmüştüm neye benzediğini. "Allahın asosyali" demişti aksum. halbuki filmi o asosyalin kitabından yapmışlardı.

başkasının hikayesini anlatırken bile kendi hikayesini anlatır insan. kayserili olduğunu toprağa verileceği zaman öğrendim. boğaziçi iktisat'tan lodz film akademisine, altın ayı adaylıklarına. hikayeler olmasa geldiğimiz yolu unuturduk. onun mesleği buna müsaade etmiyordu, ama bizimkiler ediyor pekala. toprağa kavuşacağımız zaman dönüyoruz başlangıç noktasına. bir de arada hikayelerimizi dinlerken.

mekanın cennet olsun.


3 Ekim 2011 Pazartesi

Troya Önünde Atlar




i. koşu 

kör bir ozan anlattı bunları, 
atların da ruhu vardı troya önünde, 
ta hades'ten duyulurdu kişnemeleri, 
atsız bu bu kişneme ölüleri ürpertir, 
köpeği deliye çevirirdi. 
kimi de troya önünde nal sesleri gezinirdi, 
gömülmemiş bir atın erinçsiz ruhundan. 

o gün akhalar başka biri için yarışsalardı 
ilk ödülü akhileus götürürdü barakasına. 
çünkü ölümsüz atları vardı, 
onları poseidon vermişti babası peleus'a, 
peleus da oğluna armağan etmişti. 
şimdi atlar yas tutuyorlar patroklos'a, 
yürekleri burkuk, toprağa değiyor yeleleri. 

diomedes tros atlarını koştu arabasına 
o atları savaşta aineas' tan almıştı. 
bir tanrı kurtarmıştı aineas'ı. 
sarı menelaos kalktı sonra, atreusoğlu, 
tanrısal yiğit koştu arabasına iki at, 
agamemnon'un kısrağı aithe'yi, kendi atı podargos'u. 
antilokhos koşum taktı pyloslu atlarına. 
sonra köroğlu kalktı, koştu kır at'ı. 
her yanında çifte kanat 
bilmez yakını ırağı. 
kendini beğenmiş tahta at'ı çıkardılar sonra, 
yayıldı ortalığa yanık sedre kokusu. 
huylandı öbür atlar bu büyülü kokudan. 
sonra göründü muhammed'in damadı ali'ye 
benzer iyi huylu düldül, edep yeri kapalı, 
dolandı çok tanrılı atlar arasında ağır ağır, 

gözleri iyi görmüyordu. 
başını yana eğen iskender'in bukephalus'u 
geldi sonra, hint kızları gibi derin bakışlı 
güneyden yana bakayordu ikide bir, 
sezmiş gibi granikos suyunun yakınlığını. 
elcid'in babeica'sı, derken rocinante çıktı 
ağlayarak. 
anlatma bana atları! 
bilirim, ana rahminden gelir, gece, karanlık 
bir ahırda lamba tutar biri, ışık titrer 
samanların üztünde, hayvanın öksürüğü ve soluğu... 
başını döndürür bakar, "bana benziyor mu?" 
"sekili mi ayakları?" 
anlatma bana atları! 
sabahın yerden kesilmiş tarlaları ve çığlık 
çığlığa suları gibi gök yarığından atlayan 
kanatlı pegassos! gençliğim benim, oğlum! 
delirmiş bir zamandı, yas, ölünün öcü, gövdesiz kuş, 
kırılan yıldız, unutulmuş bir günün yarısı. 
tohumsuz küçük göller ölüm anıtı gibi yükselen, 
ve giysisiz boşluk, yılgın uzay, o bitmeyen 
koşu...atlar, atlar.yaşlananı görmedim hiç. 
kimi yelesiyle devirmek ister burçları, 
kiminin eşeler toprağı hala toynakları. 
anlatma bana atları! 
yüreğim kaldırmıyor düşündükçe vurulup 
vurulup yerlerde yattıklarını, anlatma, 
anlatma bana, görmedim troya savaşını. 


ii. ağu 


duydun mu?
bursalı oto tamircisi mehmet'in duyduğunu?
katran, balık ve çam tahtası kokulu,
yatışmamış çayırsı kadın kokulu kentin
önceden bildi diye yakılacağını,
ağulu yılan sokmuş laokoon'u.
kıvranıp duruyorlarmış çoluk çocuk
rüzgarlı i̇lion kıyısında.
kıyılarda birikir ölümün artıkları,
düşüncede yitirilen ve bulunan sözcük,
sonsuzluk, aranan kırık bir yontu gibi
kıyılarda birikir ün, yücelik ve düşman.
çünkü deniz daha bitmemiştir, uykusuz
ve yarı yarıyadır, çöker delikli fıçısında
tortulanarak eski ölülerden.
"i̇zmir fuarından otobüle dönerken
gördüm, bir bulut sarmıştı i̇lion'u."
bütün kitapları gaz odalarına atmışlar,
dresden'de, köln'de, münich'de.
über allen gipfeln ist ruh
"gökte uçaklarla kuşlar çarpışıyor,
kanatlar, tüyler, gagalar yağıyormuş kente."
duydun mu?
hep yabancı kızlar çalışır bizim genelevlerde
adları la, li lu...
"peki,
dağa bırakılan çocuk ne oldu?
şimdi herkesin ağzında bu konu.
kurda kuşa yem mi oldu dersin ormanda?
parçalarını olsun bulamaz mıyız?
parçalardan bir insan çıkmaz mı ortaya?
hem ne olur, olmaz mı, gövdesiz olsa?
olur, olmaz, olsa?"


iii. düş 

"sabaha karşı,
gecenin kırıntılarını bir anda toplayıveren
güvercin gibi aç bir saatta,
doğmamış çocuklar kurar düşlerin yayını,
kadın düşünde gördü çocuğu ve yangını."
"demek çocuğu dağa bıraktılar, düş ve yangın
kaldı. keşke düşü bıraksalardı."

"evet korktuk düşten, gereği buydu,
elimizde değildi düşü yorumlamamak,
yorumun gereğini yapmamak da öyle.
çocuk büyüyünceye dek bekler yangın,
beklesin gelecek günün kötürüm yazıtı,
beklesin kuş gagalarının yaraladığı ayna,
şarap her zaman içilir ve bekletilir,
çünkü kırmızıdır sıçrayan kanın rengi,
gidip gelen günün ve uzayan şarkının rengi.
bölmedik mi günü yediye geceyi beşe?
bu uykusuz direncin suyunu mühürlemedik mi?
biz atmadık mı ayı bunca uzağa doğumdan?
biz uzatmadık mı uykunun ağır bacasını?
beklesin gizemli suda bekleyen kamış,
ve ayın kuru eteğinden bakan göz kuşu,
kent kurulmadan taşı kör eden kar bıçak,
ah beklesin bekleyecek olan alın bekler,
tut gelgitin ucundan derim tutar ve bekler,
sürer gider su, toprak, usun arsız otu,
atlı karınca, örtüler, tapınak ve merdiven,
sürer ölümsüz mutluluk , iç sıkıntısı,
bekleriz bize verilmiş olanı yaşayarak."

"ah çok çekmiş yorumcu!
taşıyabilecek miyiz dersin birlikte
kim bilir kaç yıl sürecek kaygımızı?
yarınımızın ne olacağını bilmiyorduk
gene de bilmiyoruz, ama bir umut bu çocuk,
umutsuzluğumuzun umudu.
git bul ormanda onu." 


iv. dönü 

orman, çıplak yerlilerin attığı büyülü 
bir ağdır ve sanki avlanmış, şaşkın 
bir at gibi dağ, kurtarmak ister başını, 
tırmandıkça tırmanır çukur sulara 
göklerin. 
aşağıda, 
surlarla deniz arasında, dokuz kez yıkılmış 
surlarla, yedi kez ıssız kalmış deniz arasında, 
düşle yangının iki kanadı arasında, 
hiçliğin tek kurşunu zamanı uzatan 
ve acele söğütleri ölümün dilinden 
konuşturan dayanıklı ırmak horonu ile 
bitişin komşu duvarı boğaz arasında 
dönüyordu atlar...yaşlananı görmedim hiç. 
kimi yelesiyle devirmek ister burçları, 
kiminin eşeler toprağı hala toynakları

bir yanda armağanlar bekliyordu : bir kadın, 
kulplu bir üçayak, altı yaşında bir kısrak, 
ateşe değmemiş bir kazan, iki kulplu bir kap. 
bağırmalar, nal sesleri, toz duman... 
über allen gipfeln ist ruh 
"peki, 
dağa bırakılan çocuk ne oldu?" 


v. fal 

"şu mavi boncuğu gördün mü? bir deveci 
tuttu onu geçende. tuhaf adamdı doğrusu, 
hem fal baktırır, hem dövüşürdü yılmadan 
falına karşı. anlamam ben. boğulmuş 
geçerken fırat'ı. aç bir köpektir fal, 
kovalarsın, döner gelir, bulur seni. 
şu önümdeki kurşun ne bileyim kimin falı? 
macbeth'e kral olcağını söyledim, 
ama öldüreceğini söylemedim kralı

zamanı uzatmak da elimde değil, 
kısaltmak da. yat sat tat ksanikam. 
bak, gözümü kırptım, her şey geçti gitti, 
yarın dündür, dünse daha gelmedi. 
şu bakla, tuttuğun çocuk olsun, itiyorum, 
iniyor dağdan aşağı...ne kadar zaman geçti? 
bilemem. o mu, değil mi bilemem gene. 
bir lamba yak, akşam başkadır ışığı, 
gece yarısı başka, bambaşka sabaha karşı. 
ama lamba aynı lamba. 
santana ksana dbarmas. inan, inanma." 


vi. sevi 

orman sen elimi tutunca başlardı, 
yarılırdı bir incir gibi ortasından. 
koşardık yukarı iki büklüm, soluk soluğa. 
alabalıklarla düşe kalka, çam pürleri 
keserdi hızımız, elimi bırakma, elimi 
bırakma... 
sonra kayardık ta aşağılara. 
ve alçalırdı sessizlik bir ağaç gibi 
kök salardı sende ve bende, arayarak 
toprağın sıraya dizilmiş suyunu. 
ayçiçeğinden göğüslerin döner ışığa, 
yürürdüm göğsünde öğle saatleri gibi, 
yürürdüm bir anıt kemeri gibi iki yanında. 
sonra gene başlardık koşmağa, 
yukarı, daha yukarı, çukur sularına 
göklerin. öperdim seni, titrerdin, parçalanmış 
anları birleştiren sevi düş görmez. ey orman, 
ey avlanmış atın falı, ey yeniden başlamanın 
aç güvercini! falımız yok bizim. 

yaktık onu göçmen kuşların gözlerindeki 
benek, gagalarındaki tekçil dane gibi
 
daha gün doğarken. falımız yok bizim.


Melih Cevdet ANDAY

11 Ağustos 2011 Perşembe

charing cross road tesadüfleri


bir yanım seddülbahir
bir yanım cebel-i tarık
dudaklarımda hacı arif
ceplerimde naima
bir derviş eskisi gibi
gezinirim sabah akşam
charing cross road'da
daima.-

yaş kırkı çoktan geçmiş
ne misak-ı milli sınırları
ne iskenderiye, ne şam
bir rakı içmeye kalksam
içimde boğaz fırtınaları
ömrüme çok şey sığmaz artık
çatı katı bir ev, okyanus'ta bir ada
yine de, her sabah erkenden
kendiliğinden gider ayaklarım
charing cross road'a.-

güldüğüme bakmayın zamanlı zamansız
konuşmaya konuşmaya, bir gün apansız
gülmeye başlıyor insan kendi kendine
tıpçı dostum reşat kadar oğlakçı raşit de
bilir elbet bu hastalığın ismini
ama dar gelmeye başlayınca bu oda
sanki yıllardır hep özlermişim gibi
marilyn monroe'nun o bulanık resmini
savururum kendimi charing cross road'a.-

dört metro ağzından kusuluyor insanlar
bir yanda çin mahallesi, bir yanda sinemalar
bir de türkçe kitap satan bir dükkan var
kitapçılar iki sıra halinde sağda solda
ayıp değil ya, sahaflar'da sanıyorum kendimi
bir başıma gezinirken charing cross road'da.-

beyazıt değil de, beyoğlu sanki
şurada bizim güreli'nin robenson'u
hala pandora'nın kutusu'nda hüseyin
bir sabah telefonda öğrendim
yerinde yeller estiğini alaattin eser'in
kaldım öylece pek bir şey diyemedim
sonra birden nerede yaşadığımı unutup
sanki küçük bir sokak varmış gibi arada
simurg'u aradım charing cross road'da.-

enis'in zencisine de burada rastladım ben
alnındaki çizgiler, gözaltlarındaki torba
sigara tutuşu kadar, o iri gümüş yüzük
bir de gözbebeklerindeki hüzün elbette
"enis'in arabı olmalı" deyip güldüm
içimden, saçlarının aynı şekildeki dökülüşünden
"entelektüel olmalı garibim" diye üzüldüm de
hatta, her şey tastamam enis batur'du adamda
belki de norman'ını arıyordu
charing cross road'da.-

bir gün yine öyle dolaşırken
kendi kendime, birden 34 plakalı
bir otomobil çarptı gözüme, bir
yanardağa dokunmuş gibi oldum,
gözlerimin dolmasına aldırmadan
boğazıma basıp yumruklarımı,
"sus" dedim,"sus ulan, ne istanbul, ne boğaz,
ne de sahaflar şimdi seni hatırlar,
sustur içini ve yıkıl git mağarana"
o gün bugündür uğramaz ayaklarım
charing cross road'a.-


Sefa Kaplan
(Londra Şiirleri)


15 Mayıs 2011 Pazar

the waste land



what are the roots that clutch, what branches grow 
out of this stony rubbish? son of man, 
you cannot say, or guess, for you know only 
a heap of broken images, where the sun beats, 
and the dead tree gives no shelter, the cricket no relief, 
and the dry stone no sound of water. only 
there is shadow under this red rock, 
(come in under the shadow of this red rock), 
and i will show you something different from either 
your shadow at morning striding behind you 
or your shadow at evening rising to meet you; 
i will show you fear in a handful of dust. 

frish weht der wind 
der heimat zu 
mein irisch kind, 
wo weilest du? 

                                                                                                       
t s eliot
(1922)

9 Şubat 2011 Çarşamba

beklerken


"bir zaman vardı ki zamanlar içinde
kanatları turuncu bir kuşa benzer
üsküdar'ı seyrederdim sarsıldı yer
devrildi penceremden kanlar içinde"


oktay rifat - 1509 depremi